.

25 Nisan 2010 Pazar

Zaman zarfında mektup

Son bir kaç aydır, günde ortalama iki film izlemeye vakit bulan biri olarak sinema sanatıyla alakalı yeni bir fikre erdiğimi söylemem lazım. Daha önce hiç aklıma gelmemişti ve şaşkınım. Lust Caution'dan sonra ışıdım ve ondan bahsetmeye geçmeden önce, henüz parıldamaktayken işte, izlediğim bütün filmlerden edindiğim hisselerin her birini, limanda demirlemiş teknelerime yük eyliyorum. Her birini işte, aradığımda orada bulabileyim diye, bu halatla aynı yere bağlıyorum. 

Oyunculuk, kesinlikle masum bir meslek değil. Cezalandırmak için katillerin, orospuların veyahut envai çeşit günahkarın peşine düşen cezalandırıcıların, bilhassa sinema oyuncularını gözden ırak tutmamaları gerekir. 'Kötü adam'ı oynayan oyuncu da şüphesiz, sokakta linç edilmeye müstehak. "Onlar film icabı olm, gerçek değil ki" mazeretini çok dinledik. Bu, aklayıcı bir mazeret olmaktan çok, itiraf yerine not edilmeli.

Nasıl tufaya düştük de bu mazereti yuttuk, asıl ona şaşmak lazım. "Film icabı", tamam da; katili oynayan, kendini katilin yerine koymadan mı oynuyor. Bilakis, sıradan bir katilin algısından bile ileriye gitmiş olması lazım ki işin hakkını verebilsin. Ne kadar başarısız canlandırılmış olursa olsun, sinema, "mış gibi" yapmak için, içinde yaşadığımız bu dünyaya ait olanı, varlığımızı koşullayan şeyi, soyut değil, nesnel malzemeyi tüketiyor. Bu malzemeyi kullanarak dünyalar inşa ediyor ve yıkıyor. Bir "mesela" değil, 'olmuş bir şey' bırakıyor arkasında. Ve işlediği cürmü itiraf ederek, belgeleyerek yargılanmaktan kurtulmayı umuyor. Hafifletici sebepler arasında sayılıp sayılamayacağına bakılabilir. Hepsi bu. 

Ama hepimiz şahidiz, evet; adam bıçağını soğukkanlı bir şekilde kurbanının boğazında tecrübe etti. Aynı eylemin faili olarak tevkif edilmiş bütün ötekiler gibi yargılanmalı.

Suça ceza takdir ederken, kurbanın gördüğü zararı ölçü alma eğilimi yüzünden oluyor. Ben, failin fiili üzerine yoğunlaşmayı teklif ediyorum ve kamu davası için iddianameler hazırlıyorum.

Aslında Türk Ceza Yasası'nda, hadi olmadı, Terörle Mücadele Kanunu'nda değişiklik tartışmaları sırasında uyanmalıydık hadiseye. O zamanlar düşünce suçu bahsi daha popülerdi. Düşünmek, düşünceyi açıklamak, düşünceyi yaymak ve nihayet düşünceyi hayata geçirmek aşamalarının birbirinden ayrılarak ele alındığı ve farklı tartılarda farklı takdirlerin pazarlık edildiği dönem hani... Sinema yoluyla işlenen suç için bu sınıflandırmalar yetersiz kalıyor. Yeni bir kapsam tarifi daha lazım: "Hayata geçerek kendini düşünen suçlar" denebilir mesela. Böylece tekneleri kıyıya bağlamak için yeni bir halata ihtiyaç doğuyor: "sinema, hayata geçerek kendini düşünen düşünceye denir"

İşgale uğramış vatanı kurtarmanın sorumluluğunun gereklerinden biri, düşmana katlanmaksa, bir diğeri de onu öldürmek olmalı. Aynı sorumluluğun iki veçhesi. Biri aktifler öteki pasifler sütununa işleniyor. Birbirinin aynısı, birbirinin yerine geçirilebilecek şeyler gibi görünüyor.

Fark ne kadar küçükse, o kadar da derin.

ilkinde, ikincisindeki zorluk yoktur. Daha doğrusu epeyce farklıdır. İki eli arkadan kavranmış ve göğsü bıçak darbelerinize alabildiğine açık halde tutuluyor olsa bile, hesaplara dahil edilmemiş bir tarafı vardır düşmanı öldürmenin. Bıçağın hangi şiddette saplanacağı domuz etinde olsun önceden tecrübe edilmeli mesela. Hiç fikrinizin olmamasından iyidir bu. Sonra bıçağı soktunuz; kan fışkıracak. Geri mi çekmelisiniz? Yırtmalı mısınız? Peki şu böğürmesi, nasıl oldu da böyle beklenmedik bir şey haline gelebildi. Gırtlağını kestiniz ama kalktı yürüyor. Evet, yürüyor! Oysa hemencecik oraya kıvrılıp ölüvermesine hazırlamıştınız kendinizi. Düşmanla savaşmak mı şimdi bu? Hayır biraz tuhaf da...

Filmin hikayesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında japon işgali altındaki Şangay'daki işbirlikçi hükümetin bakanlarından birine suikast düzenlemeyi planlayan bir grup vatansever öğrenci etrafında gelişiyor.

Japon işgali altındaki Çin'de direnişin kullandığı bir tuzak olarak kız, işbirlikçi kabine üyesiyle yatmaktadır. Direniş örgütü kızdan bakanı biraz daha tuzakta tutmasını ister. "Tuzak derken, bedenimden mi bahsediyorsun?" diye sorar kız. "Sadece içime girmekle kalmıyor, bir yılan gibi kalbime de sızıyor. Derinlere. Ta içine. Bir köle gibi içeri alıyorum onu. Rolümü sadakatle oynuyorum. Böylece ben de onun kalbine girebileyim diye. Her seferinde, kanımı akıtana kadar yaralıyor beni. Ve bağırtıyor. Ancak öyle tatmin oluyor. Kendini öyle canlı hissediyor."

Nasılmış?

Harikulade bir oyunculuk değil mi?

Bu sevişme sahnelerinde neler döndüğü daha iyi anlaşılsın diye, filmin sonundan bahsetmek lazım. Kız, planı açık ederek, örgüt arkadaşlarıyla birlikte kurşuna dizilmesine yol açma pahasına bakanı suikastten kurtarıyor.

"Kendinde suçun hayat edinmesi" dememiş miydim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder